Suç, hukukun konusudur. Bir suçun varlığını yahut yokluğunu, ulusal ve uluslararası hukuk kuralları ve o hukuk kuralları ile yetki verilmiş mahkemenin, usulüne uygun olarak gerçekleştirdiği yargılama neticesinde verdiği karar ortaya koyar.
Soykırım, 1948 tarihli Soykırım Sözleşmesi ile tanımlanmış bir suçtur. Suçun objektif ve sübjektif unsurları, ilgili sözleşmede açık biçimde ortaya konmuştur. Soykırım suçunun varlığından söz edebilmek iki önemli koşulun varlığına bağlıdır:
Bir grubu, yalnızca o gruba mensup olduğu için yok etme gayesi olarak tanımlanan ÖZEL KAST (Dolus Specialis) ve bu özel kastın varlığının YETKİLİ MAHKEME tarafından usulüne uygun yapılmış yargılama neticesinde saptanmış olması.
Soykırım suçunun failleri, BİREYLERDİR. Devletlerin, işlenmiş soykırım suçlarında bir sorumluluğu bulunup bulunmadığı ise Uluslararası Adalet Divanı’nın yetki alanında bulunan bir hukuki mevzudur.
1915 olaylarının, soykırım suçu olduğunu saptayan ne yetkili mahkeme tarafından usulüne uygun yapılmış bir yargılama ne de yetkili mahkeme tarafından verilmiş bir karar mevcuttur.
Hukuki bir kavram, kimi gruplar tarafından bilinçli olarak hukuki bağlamından koparılmakta ve yozlaştırılmaktadır. Keza bu bilinçli dezenformasyon ile evrensel pek çok hukuk normu da ayak altına alınmaktadır.
1915’te yaşanan trajik olayları, hukuken 1948 yılında tanımlanmış soykırım suçu olarak nitelemek, Yasaların Geriye Yürümezliği İlkesini, Yasa İle Belirlenmeyen Suç Olmaz İlkesini, Yasada Bulunmadan Ceza Olmaz İlkesini, Aynı Eylem Birden Fazla Kez Cezalandırılmaz İlkesini yok saymaktır. Ki hukukun temel prensibi olan bu ilkeler Uluslararası Ceza Mahkemesini kuran Roma Statüsü’nde de yer almaktadır.
Karşılıklı kıyımlar, açlık, hastalık, iklim koşulları gibi sebeplerle yalnızca Ermeniler değil, Türkler ve diğer Osmanlı yurttaşları da ağır kayıplar yaşamıştır. Osmanlı Devleti tespit ettiği suçluları, Osmanlı Devleti’nin yasalarının öngördüğü biçimde yargılamış ve cezalandırmıştır. 30 Eylül 1915 tarihinde kurulan Soruşturma Komisyonu’nun yürüttüğü soruşturma görevi ardından, içlerinde kamu görevlilerinin de bulunduğu 1673 kişi yargılanmış, bu yargılamalar neticesinde 67 idam cezası ile 524 hapis cezasına hükmedilmiştir.
Bahsedilen temel hukuk prensipleri gereğince, 1916 yılında mevcut Osmanlı Devleti Yasaları ile yargılanmış bu faillerin ne bu yargılamalardan yarım asır sonra tanımlanmış bir suçu işlediklerini söylemek mümkündür ne de bu faillerin yarım asır sonra tanımlanmış bir suç ile yeniden yargılanmaları mümkündür. Bunun aksini iddia etmek, hukuku değil bilakis Orta çağın karanlık zihniyetini savunmaktır.
Keza, 1915 yılında yaşanan trajik olaylar, tartışılmaz bir tarihi gerçek niteliği de taşımamaktadır. Hukukun konusu olan soykırım suçu yozlaştırılırken, bir yandan da Rus, Ermeni ve Osmanlı arşivlerinin ortaya koyduğu binlerce belge yok sayılmakta, Ermeni çetelerince katledilen Türklerin ve diğer Osmanlı yurttaşlarının yaşadığı acı ve kayıp yadsınmakta ve tek bir grubun subjektif görüşü bir dogma olarak dayatılmaya çalışılmaktadır.
Osmanlı Devleti’nin, Ermenilerin tehcir edilmesi kararını almalarının en büyük sebeplerinden biri Ermenilerin yaptıkları Van katliamıdır. Rus ordusu, Rusya’daki Ermenileri silah altına almış bulunmaktaydı. Rus Hükümeti, Doğu Anadolu üzerinden Türk topraklarını işgal etmek için, Türk Ermenilerini de savaşın başında silahlandırmaya başlamıştır. Amaç, cephede ve cephe gerisinde, Osmanlı yurttaşı olan Ermenileri ayaklandırarak Türk ordusunu zaafa uğratmak ve Ermenilerin oluşturduğu gönüllü birliklerle Türk ordusunun savunma hattını yarmak, özetle Türkiye’nin Ruslar tarafından işgalini kolaylaştırmaktır. Yurttaşı oldukları Osmanlı Devleti’ne karşı işgalci Rus Devleti ile birlikte hareket eden Ermeni birlikleri, 1915 Nisanı’nda, işgalci Rus Devleti’ni dahi dehşete düşüren bir katliam gerçekleştirmişlerdir.
Van Jandarma Alay Kumandanı’nın Raporu’ndan:
“Mir Kehi Köyü’nde Molla Hasan adındaki muhtar, arkadaşları ile birlikte Ruslara öncülük eden Ermeni çetelerine karşı aman dileme işareti verdikleri halde, yine 7 erkek, 12 kadın ve 18 çocuk, ki toplam 57 nüfus, adeta koyun boğazlar gibi gaddarca şehit edildi.
…
Çarpıksever Köyü’nde, bir çocuğun kuzu gibi kızartılarak bir süngü üzerinde direğe bağlandığı, birçok kimse tarafından yeminle ifade edilmiş ve naaşın enkazı gösterilmiştir.
….
Ahtuncu Köyü’nde Kemo adındaki şahsın Züleyha ismindeki karısı, tandır başında ekmek pişirmekle meşgul iken, altı aylık çocuğu ateşe atılarak validesinin gözü önünde pişirilmiş ve kendisine yemesi teklif edilmiş, reddetmesi üzerine zavallı bedbaht validenin bir bacağı tandıra sokularak merhametsizce yakılmıştır.
Yine bu köyde birçok masum çocuğun tezek yığınları içerisine atılarak yakıldığı, mevcut naaşlardan anlaşılmıştır.”
Van’da ve diğer doğu illerinde Türk topraklarını işgal eden Ruslar ile birlikte hareket eden Ermeni çetelerinin yaptıkları katliamlar, kendi kaynaklarında da anlatılmaktadır.
Osmanlı Devleti’nin Ermeni tehciri kararı, Ermeni birliklerinin Van’da gerçekleştirdiği bu dehşet verici katliamın hemen ardından 24 Nisan 1915 tarihinde alınmıştır. Doğu Cephesi’nde işgalci Ruslara karşı savaşılırken, Batı cephesinde de işgalci İngiliz ve Fransız güçleriyle çarpışılmaktadır. İşgalci Fransızların ve İngilizlerin, Gelibolu Yarımadası’na yaptığı çıkartma harekâtı, tehcir kararından bir gün sonra, 25 Nisan 1915 tarihinde başlamıştır. İşgalci Ruslarla birlikte hareket eden Ermeni çeteleri, Batı ve Doğu cepheleri arasında irtibat sağlayan demiryollarını, haberleşme hatlarını sabote etmektedirler. Türkler, her cephede işgalcilere karşı vatan savaşı vermekte ve işgali def etmek için her tür savunma tedbirini almaktadırlar, almak zorundadırlar ve bu bir devletin en tabii hakkıdır.
Osmanlı İmparatorluğu topraklarını paylaşmak isteyen emperyalist devletler, bölgenin karışık milli ve siyasi yapısını kendi çıkarları uğruna manipüle etmiş, aynı devletin yurttaşları olup yan yana yaşayan Türkler ve Ermeniler arasında milli bir çatışma yaratmış ve onları birbirine kırdırma gayesi gütmüştür. Taşmaklar, bu işgalde ajan görevini üstlenmişler ve işgalci devletlerin emperyalist politikaları uğruna, her şeyden önce kendi halklarına ihanet ederek, onları vatanlarının düşmanları yanında örgütleyerek acıya, kıyıma ve yıkıma sürüklemişlerdir. Vatanlarını işgalden kurtarmaya çalışan Türkler ile vatanlarını işgal eden Rus Devleti yanında mevzilenen Ermeniler arasında karşılıklı kıyımlar, katliamlar yaşanmıştır. Bu trajik dönem üzerinden bir asır zaman geçmişken, emperyalist devletler, hukuku yok sayarak, bir tarafın acılarını görmezden gelirken, diğer tarafın acılarını da suistimal ederek, aynı emperyalist politikayı hala gütmekte ve üzerinde bir konsensüs bulunmayan bu trajik dönemi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin varlığını ve milletin bütünlüğünü tehdit etmek için kullanmaktadırlar.
1915’te yaşanan trajik dönemi, hiçbir hukuki dayanağı bulunmamasına rağmen ve keza tarihin ortaya koyduğu gerçekleri de inkar ederek birtakım siyasi hamleler ile ‘soykırım’ olarak tanımlama gayretinde olanlar, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 1914’ten 1923 yılına kadar verdiği, ezilen uluslar için umut ateşi yaktığı, tarihin en haklı, en onurlu bağımsızlık mücadelelerinden biri olan Kurtuluş Savaşı’mızın ve yoklukta, yoksullukta, kanla, canla, dişle, tırnakla kurulmuş onurlu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin meşruiyetini tartışmaya açarak, vatanımızın kıyımlarla, katliamlarla kurulan haksız bir devlet olduğu savı üzerinden varlığımızı ve birliğimizi yok etme gayesi gütmektedirler. Emperyalist devletler, bir asır önce silahla başaramadıklarını, bugün, kendi emelleri uğruna acılarımızı siyasete alet ederek başarmaya çalışmaktadırlar. AİHM 2. Dairesinin “Perinçek-İsviçre Davası” yargılamasındaki 17 Aralık 2013 günlü kararı ve AİHM Büyük Dairesinin 15 Ekim 2015 günlü kararı, yalnızca düşünce özgürlüğünü güvence altına alması sebebi ile değil, 1915 olaylarının soykırım olarak değerlendirilemeyeceğini saptaması açısından da çok önemlidir.
Sözde Ermeni Soykırımı, emperyalist bir yalandır. Cumhuriyet Kadınları olarak, milletimizin onurunu, haklı bağımsızlık mücadelemizin meşruiyetini, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temelini, varlığımızı, birliğimizi tehdit eden bu yalana karşı mücadeledeki ödevlerimizin farkındayız. Her koşulda, taşıdığımız bu onurlu sorumluluğun gereğini yerine getireceğimiz sözünü kamuoyu ile paylaşıyoruz.
CKD Hukuk Bürosu Üyesi
Av Öniz ÖZSOY