Şili’deki polis ve devlet şiddetine karşı söylenmiş şarkı ve edilen dans bütün dünyaya dalga dalga yayılırken Türkiye’de de anlam (!) buluyorsa, bunu dalga dalga yayan güçleri sorgulamak bir cumhuriyet kadınının görevi olmalıdır. Bu dansı yayma eylemi nasıl da örtüşüyor küresel karşı devrimin amaçlarıyla…
Küresel karşı devrimin en büyük operasyonlarından biri, hatta en belirleyicisi, Aydınlanma ve modernitenin temel değerlerinin içeriğini boşaltıp gerçek anlamlarını ters yüz ederek sahte bir içeriğe dönüştürmesidir. Bunu yaparken özellikle özgürlük, demokrasi, kadın ya da cinsel haklar gibi kavram ve kurumlar aşırıya kaçan ve toplumsal dinamikleri tahrip eden bir düzeye vardırılmaktadır. Böylece özgürlük, tarihsel ve toplumsal gerçeklikten, bütün yabancılaşmalara son vererek insanlığı geliştiren, yetkinleştirilen bağlamından tamamen kopartılmaktadır. Bu kopukluk, toplumların sağlıklı gelişmesi için gerekli bilimsel gelişme, sınıf mücadelesi, toplumsal refah unsurlarının daha adil dağılımı vb. gibi iç dinamiklerinin önünü tıkamakta, çökertmektedir. Emperyalist tekelci burjuvazinin en son durağı olan Yeni Ortaçağ Sistemi, çağdaş görünümünü koruyarak saltanatını böyle sürdürmeye çalışmaktadır.
Bir talebin gerçek anlamda özgürlükçü bir içeriğe sahip olup olmadığı, onun tarihsel ve toplumsal olarak insanlığın özgürleşme süreciyle, dinamikleriyle uyumlu olup olmadığıyla ölçülür. Özgürlük doğanın ve toplumların zorunluluklarının bilincine varmaktır.
1990’larda Küresel Karşıdevrimin efendileri: “sosyalizmin sonu”, “elveda proleterya” sloganlarıyla ezen ezilen ulus ayrımının sona erdiği post sömürgecilik çağını ilan ederlerken sınıfsal temeldeki saflaşmanın ve sınıf mücadelesinin yerine kimisi yapay yeni kimlikler koyup kutsuyordu. Feminizm, çevrecilik, eşcinsellik, etnik, dinsel ve cemaatsel kültürelcilik vb. başta gelen ve övgülere mazhar olan yeni kimliklerdir.
Tarihi ilerleten toplumsal devrim dinamiklerine karşı geliştirilen “kültürelcilik” projesiyle gündeme getirilen bu kimliklerin esas amacı, ekonomik- sınıfsal temeldeki ezen- ezilen, sömürülen saflaşmasını göz ardı ederek, kimlikler temelindeki ayrışmayı ve çatışmayı siyasi gündemin merkezine yerleştirmekti. Neoliberal- postmodern ideologlarca sürekli parlatılan, yüceltilen eşcinsellik, feminizm, antimilitarizm, savaş karşıtlığı, etnik kültür, cemaatler, tarikatlar gibi bir kültürel kimlik olmaktadır. Ulusal devletin ve yurttaşlık bilincinin zayıflatılıp tahrip edildiği, uygarlaşmanın temelini oluşturan her türlü merkezileşme, otorite ve hiyerarşik yapılanmanın reddedildiği Küreselleşme projesinde, bu bölücü kimliklerle parçalanmakta, atomlaşmakta ve sürüleştirilmiş tüketiciler haline gelmektedir.
Böylece, işçi sınıfının ve ezilen ulusların bu alt kimlikler temelinde bölünerek emperyalist burjuvaziye karşı mücadelede başarısız kalacağı bir zemin oluşturulmaktadır. Nitekim son 30 yılın tarihi Batı’da da ülkemizde de işçi sınıfının ve sendikaların parçalanma küçülme ve yenilgiler tarihidir.
Yeni toplumsal hareketlerin toplumsal muhalefetin yeni zemini olarak görülmesi eğilimi Türkiye’ye 12 Eylül sonrasında geldi. Darbenin solun geniş kesimlerinde yarattığı yenilgi psikolojisi, devlete karşı mücadelenin öncelikli olması gerektiği anlayışını besledi. Buna göre sol ne kadar güçlenirse güçlensin, devlet sivil toplum üzerindeki hegemonyasını sürdürdüğü müddetçe, istediği anda düdüğü çalıp siyaset oyununu tatil edebilecekti. O halde öncelikli mesele devleti küçültmek ve etkisizleştirmek, sivil toplumu büyütmek ve tahkim etmekti.
Yeni sol, radikal feminizm, post yapısalcılık ve queer teori üzerinden ilerleyen cinsel kimlik siyaseti ve yeni tür muhaliflik işçi sınıfının düzeni değiştirmekte oynayacağı rolü, artık eşcinseller, marjinaller, göçmenler vb’nin şahsında ezilenleri, mazlumları temsil eden yeni aktörlere aktarır.
Ancak devrimin taşıyıcıları gibi egemenler de değişmiştir. Artık egemen olan, bir sınıf ya da emperyalist devletler değildir. Bazen “iktidar” adı verilen ve toplumun bütün gözeneklerine sinmiş bir “her yerdelik” halidir. Bazen küreselleşme denilen özensiz, kendiliğinden ve kaçınılmaz bir süreçtir. Bazen de “İmparatorluk” denilen ulus devlet ötesi, merkezsiz, topraksız bir egemenlik aygıtıdır. Her durumda egemen figürü artık her yeri ve her şeyi kapsayan bu nedenle de klasik siyasi parti vb. Örgütlerle başa çıkılamayacak, mücadele edilemeyecek bir nitelik taşır. Egemenin yeri, mekânı ve cismi tespit edilemeyince, mücadele stratejisi de bu belirsizliği yansıtmak durumundadır. Bedenlerimiz, cinsel tercihlerimiz, gündelik ilişkilerimiz vb. Bu direnişin kapsamına girmektedir.
İktidar Her yerdedir. İktidardan yayılan tahakküm ilişkileri toplumsal ilişkilerin her yerine sinmiştir. Bu durumda tahakküme karşı direniş de her yerde olmalıdır.
Oysaki bu azgın emperyalizmle mücadele etmenin yegâne yolu ulus devletimizi korumaktan ve diğer ulus devletlerin bütünlüğüne saygı duymaktan geçmektedir. Medeni (!) bildiğimiz ülkeler tankları, topları, füzeleri ile mazlum ülkelerin kaynaklarına el koyma hoyratlığı yaparken kendi eylemine muhalefeti bertaraf etmek için elbette devleti hedef alacaktır. Azgın emperyalizmin yanında durmak bir cumhuriyet kadınına yakışmaz.
Biz kadın olmaktan kaynaklanan sorunlarımızı Atatürk Devrimleri ile çözeriz. Bunun için önce Atatürk Devrimlerini öğrenmeye ihtiyacımız vardır. Nutuk’ta bize yakın gelen iki politika arasındaki fark yüzünden Mustafa Kemal’in mücadele arkadaşları ile nasıl mücadele ettiğini okuyoruz.
Özlem Göktoğan
CKD İzmir Şube Sekreteri
Kaynak: Teori 2015, Aralık